Friday, August 24, 2012

Koca Sinan Paşa'nın Curcuh Günleri...






                           KOCA SİNAN PAŞA’NIN CURCUH GÜNLERİ











         Zifiri karanlık tez geldi. Üç rekat vitiri kılmadan yatsıyı bitirmiş, hemen yemeğe oturmuştu. O yemek yerken hemen karşısındaki Hashüs, tüm iğrençliğiyle şiş göbeğini alttan üstten kaşıyıp duruyordu. Hoş, Paşa’nın Hashüs’e bakıp gördüğü de şüpheliydi ama alıştığı görüntü onu hiç etkilemedi, oysa çadırda başkasından aynı davranışları görse kesinlikle midesi bulanırdı.  






         Tuna’dan öğle üzeri geçmişlerdi Rusçuk’a. Curcuh Köprüsü’nün biraz ilerisine çaktırmıştı çadırını. Kapıdan bakınca Tuna’yı, iki yakayı ortadaki adaya bağlayan köprüyü, uzaklardaki Yerköy’ü, gelişigüzel kurulmuş çadırları ve çadırların aralarında gezen askerleri görüyordu.






         Su başında bakraçlarını doldururken yavuklusu ile gözleşen taze gibi kaynamaktaydı içi. Bu oynaklığı, bu coşkuyu kendine yakıştıramıyordu çoğu kez ya... ak sakallı sevimli dev görüntüsünün yanı sıra hareketleriyle ve verdiği kararlarla da çevresinde etkili olduğunu sonradan daha iyi anlıyordu. Yok öyle cinsellik filan değildi derdi, hele bu yaşta!... Tamamen karşısındakine istediğini yaptırmanın, onu ezmenin verdiği hoşnutluk duygusuydu.






         Önünden kalaylı siniyi, çulu kaldırdılar. Çadırın bir köşesinde duran limon ağacından yapılma sehpayı işaret etti. Hashüs,  parmağını ikinci boğuma kadar soktuğu burnunun içinden çekip umulmayacak çeviklikle sehpaya atıldı. Üzerindeki yağ kandilini, altın simli dantel örtü ile beraber getirdi. Koca Sinan Paşa hiç yerinden kalkmamıştı, sehpayı yanına çekti.






         Sehpa, Hashüs ile aralarında yıllardır süren garip ilişkinin simgesiydi.






         Görevliler çadırın içinde bir yandan Paşa’nın yatacağı yeri hazırlıyorlar, diğer yandan da ortalığa çeki düzen vermeye çalışıyorlardı. Bir maşrapa su ve kahvesi gelirken ellerini çırparak görevlilerin dışarı çıkmalarını işaret etti. Hashüs bir eliyle sakalını kaşırken diğer eliyle adamları kollarından çekerek, sırtlarından iterek çadırdan çıkardı. Zaman yitirmeksizin Paşa’nın yanına geldi ve diz üstü çöktü. Alnını Paşa’nın omzuna yasladı ve burnunu çekerek beklemeye başladı.






         Bir süre böyle kaldılar. Paşa kısık bir sesle Hashüs’ün kulağına fısıldamaya başladı.






        “ Bugün 24 Ekim 1595, Pazartesi... Biliyor musun?   






         Doksan yıllık yaşamımda sorunlardan kurtulmanın tek yolunun ‘savaş’ olduğunu gördüm. Sultan lll. Murat’ı buna ikna etmek için çok hediyeler verdim. Şeytan yüzlü Ferhat’ın ve Hoca Sadettin’in karşı çıkmalarına rağmen Avusturya’ya savaş açtırdım. Aslında dağıttığım rüşvetin, hediyenin karşılığını İstanbul’da alamayacağımı bildiğim için geldim buralara. İki yıl önce başladığımız Avusturya Savaşı’nın bitmek üzere olduğunu sanıyorum. Elime geçen ise umduğumdan çok az. Oğlum Mehmet Paşa da beklediğim geliri elde edemedi. Yaptığı tek şey içmekmiş!... Evet, biliyorum... Estergon’un düşmesi de onun yüzünden. ‘Düşmanı görünce korkudan kusmuş’ diyorlar!... O kadar çok rüşvet dağıtıp onu Bosna Beylerbeyi yapmıştım ki!... Son fırsatları yaşıyorum... bu Eflak seferinde ne ele geçirirsem kardır; sonra Fülane Hanım Sultan’a  ne derim? “






         “Fülane” deyince durdu. Derin bir nefes aldı, çoğunlukla çadırda yaşıyor olsa da vıdı-vıdılardan uzakta rahattı buralarda. Eşinin adı aklına gelince bile içini bir sıkıntı kaplıyor, bedenini ter basıyordu.






         Sehpayı yanından iterek uzaklaştırdı. Hashüs hemen yerinden fırlamış, sehpayı eski yerine götürmüştü.






         Yan tarafa serilmiş döşeğe emekleyerek sokuldu ve yatağın içine devrildi. Yatağın yanında ayakucuna doğru bırakılan testiyi el yordamıyla buldu. Tıkacını çıkararak yattığı yerden testinin içine işedi, yine dikkatlice tıkacı tıkadı ve aldığı yere koydu. Bıkmıştı bu işemelerden, bir gecede kim bilir kaç kez işiyordu. İyi ki yanında Hashüs vardı da testiyi boşaltıyor, temizleyip yine Paşa’nın bulabileceği yere bırakıyordu. Yorganı üzerine sıkıca çekerek sol yanına döndü. Tespih böceği gibi kıvrıldığında çadırın dışındaki sesleri duymaz olmuştu.











*                        *                        *











         Gece boyunca hiç kesilmeden süren gürültü Koca Sinan Paşa’yı sabaha karşı rahatsız etmiş olacak ki; yatağından kalkmış, namazını kılmış, sarıklı kalafatını kafasına, simli yeşil kadife kaftanını sırtına geçirmiş çadırının önüne çıkmıştı. Ne düşündüğünü belli etmeden, çevresindekilere hiçbir şey söylemeden ve ara sıra ak sakalını sıvazlayarak olanları izliyordu.






         Kıyıya, köprü ayaklarına vursa da pek dalgalı sayılmazdı bulanık şarap renkli Tuna. Yeşillikler arasından gelerek yine yeşillikler arasından bol suyunu Karadeniz’e taşıyordu. Benzeri başka nehirlerde pek görülmeyen ada ilk kez görenleri hep şaşırtıyordu. Sanki kıyılardaki yeşillikler onu cezalandırmış Tuna’nın orta yerine atmışlar da o inadına nehrin tabanına çakılmış, gelen suları yarıyor, akıntıya karşı direniyordu.






         Tan yeri ağarıyor; güneş Tuna’nın akıp gittiği yerden doğuyordu. Rusçuk üzerinden gittikçe kararan bulutlar gökyüzünü kaplamıştı. Doğuya doğru ara sıra beliren koyu mavi gökyüzü, kızıl kara bulutların arasından kendini gösterse de doğmakta olan güneşin kızıllığına bulanmaktaydı. İnsanın içini alacakaranlığıyla burkan, bazen de serinliğiyle ürperten hafif bir poyraz vardı. 






         Yeniçeriler dünden beri Curcuh Köprüsü’nden geçmekteydiler. Yüz bin kişilik ordunun geçişi böyle giderse bir haftayı bulacaktı. Bükreş dönüşünde hep bu anı düşlemişti, Koca Sinan Paşa. Tuna’nın karşı yakasına, Yerköy’e doğru yayılmış çadırlara baktı. İçinde yanan kandiller çadırlardaki devinimi dışa vurmaktaydı. Yeniçerilerin çoğu uyumuyor, çadırlarının önünde tütün içerek köprüden geçiş sıralarının gelmesini bekliyorlardı.






         Adanın böldüğü, yüzlerce kulaç uzunluğuyla iki kulaç genişliğindeki Curcuh Köprüsü’nün Rusçuk ayağını Paşa’nın tahsildarları tutmuştu. Geçen her askerin eşyasını yoklayıp alacaklarını alıyor, öyle salıyorlardı. İki katip kavuklarını sallaya sallaya tahsildarların söylediklerini önlerindeki defterlere yazıyorlardı. Hiç kimse ganimetin beşte bir serdar payını vermeden köprüden geçemiyordu.






         İşleyiş Koca Sinan Paşa’nın hoşuna gitti. Ağustosun ortalarında köprüyü yaptırırken “Cisr-i Ergene Köprüsü gibi yapalım, bu dar oluyor” diyenlere yanıt vermemişti. Uzunköprü’deki gibi taş köprü yaptırmaya niçin para harcayacaktı ki!... Tahta bir köprü yetiyordu işte. Nehrin ortasındaki ada da onların şansı idi. Derin bir “ohh” çektikten sonra yavaşça çadırına girdi. İçi rahattı. Enderunda kendisinden “pençik akçesi”nin hesabını soracak kimse yoktu ya!... Elbet topladıklarının hepsi serdar payı olarak kendi kayıtlarına geçecekti. Dışarıdaki sabah serinliği yorgan altının sıcaklığını aratmıştı. Az önce kalktığı yatağa yine devrildi. Nereden çıktığı belli olmayan Hashüs, paşanın üzerine yorganı uzattı. Koca Sinan Paşa sıcaklığı daha gitmemiş yorganı üzerine çekti ve sindi. Isınamamıştı. Bir süre sonra ürpertisinin geçtiğini anladı ve gevşedi.






         Sekbanbaşı Hasan Ağa’nın geldiğini haber verdi, Hashüs. Ne kadar zamandır yattığını kestirmeye çalıştı, çıkaramadı. Hava da oldukça aydınlanmıştı. Kalkmaya yeltendi. Öncelikle Hasan Ağa’ya duyurma gayesi taşıyan buyurgan sesiyle, “beklesin bakalım hele!...” dedi. Hashüs’ün yardımıyla giysilerini değiştirdi. Çadırın önüne çıktı ve oradaki şiltelerden birinin üzerine çöktü. Sekbanbaşı’na yanına oturması için işaret etti.






         İkisinin de gözleri Curcuh Köprüsü üzerinden yavaş yavaş geçen yüz bin askerdeydi.






         Hasan Ağa’nın neredeyse çenesine kadar inen kara bıyıkları titriyordu. Sakin olmaya çalışarak konuştu: “ Voyvado Mihal bizim peşimizden girmiş Tergovişte’ye... üç bin beş yüz yeniçeriyi şehit etmiş. Çoğunu kazığa oturtmuş. Palanka komutanı Ali Paşa’yı, yiğidim Koçi Bey’i ve diğer komutanları hafif ateşte kızartmış... Acı çektire çektire öldürmüş onları. Sonra da adamlarına yedirtmiş... Yeniçeri sıkıntılı, olanlar duyulmuş. Hortlak ve vampir hikayelerinden başka bir şey konuşulmaz oldu.”






         Koca Sinan Paşa her şeyi biliyordu; “şimdi mi aklına geldi bre!... beş gün geçtikten sonra!...” diyecekti, sustu... Curcuh Köprüsü çevresinde olanlar onu hiç ilgilendirmiyormuş gibi gözlerini gökyüzüne çevirdi. Ara sıra ak sakallarının kıpırdamasıyla belli olan canlılık belirtisi dua ettiğinden miydi, yoksa küfür ettiğinden mi anlaşılamıyordu.






         Paşa o gün çadırının çevresinden hiç ayrılmadı. Ordunun bir an önce geçmesini bekliyordu. Yaşlı bedenindeki yavaş devinimler, durgunluk belirtileri iç dünyasının tam tersini yansıtıyordu. Kıpır kıpırdı içi. Coşuyordu, sevinçliydi ve olanları boş veriyordu. Gözüne ufukta, karanlık bulutlarla kara yerin birleştiği çok uzaklarda, Bükreş yönünde bir ışık parlaması göründü. Peşinden bir ses bekledi Koca Sinan Paşa ama işitemedi. “Şimşektir elbet!...” diye aklından geçirdi. Kalktı usulca çadırın içine süzüldü.






         İşaretle sehpayı istedi. Hashüs, telesimiş garip tavırlarla getirdi ve Paşa’nın önüne çöktü.






         Koca Sinan Paşa bu kez beklemeden Hashüs’ün kulağına içinin coşkusunu söndürmeye çalışan o ışık parlamasını unutmaya çalışarak fısıldadı:






         “ Bugün 25 Ekim 1595, Salı... Biliyor musun?  






         Üç kıta, yedi deniz, otuz halk, kırk ulus, elli ayrı dil... Güneşin eksik olmadığı sınırlar. Ben Tunus ve Yemen fatihi doksanlık Sinan böyle bir Osmanlının paşasıyım. Hancı tavuğu gibi yolcu bokuyla geçinmeyeceğim elbet.






         Bütün keferenin parası, malı benim. Yeniçeri sanki kefereden farklı mı? Şehzade Mehmet’in sünnet düğününde daha çok şaklabanlık yapanları Yeniçeri ocağına almadı mı lll. Murat? O güçlü ordu disiplinsiz, eğitimsiz, düzensiz insan kalabalığı haline gelmedi mi? Sokullu’nun zamanındaki eski  ordu olsaydı geri dönmeyi düşünür müydüm?






         Aslında hiç uğraşmayacaktım buralarda!...






         Şeytan yüzlü Ferhat Paşa engellemeseydi İzmit Kanalı çoktan bitmişti. Sakarya Nehri üzerinden Marmara’yı Sapanca Gölü’nden Karadeniz’e bağlayıverecektim. Otuz bin amele işe başlamıştı bile!...İstanbul’un odunu, kerestesi benden sorulacaktı. Sokullu’yu geride bırakırdım ya, kısmet işte!...






         Kanal işine onay vermesi için lll.Murat’a İncili Köşkü bile vermiştim, keşke vermeseydim. Padişah karısıyla anasının ruhu arasında kalınca olan bana oldu... lll. Murat’ın ölümüne güya ben sebep olmuşum!... daha neler!... Şu uğursuz yılın başında, ikinci Pazar günü Murat, İncili Köşkte otururken İskenderiye’den gelen iki kadırganın yağcı kaptanları padişahı selamlamak için şenlik topları atmış. Köşkün camları gürültüden kırılmış. Güya padişah o an çok korkmuş ve o gece de bu yüzden ölmüş... Köşkü Sarayburnu sahilinde Mimarbaşı Davut Ağa’ya yaptırıp padişaha hediye etmişim diye ölümünün sebebi ben olmuşum. Safiye Sultan da şeytan yüzlü Ferhat Paşa’nın dolduruşuyla beni görevden aldı. Sınırda olmasam Ferhat’a saltanatı kaptırmazdım ama... Kasap koçtan korkar mı? Askere ‘başı benim hazinesi sizin’ demem yetti. İlk fırsatta kellesi gitti hergelenin... Koskoca Osmanlı’ya karşı, bana karşı Mihal ile işbirliği yapar ha...”






         Sıkıldığını hissetti ve sehpayı ileriye doğru itti. Hashüs hemen kalkmış sehpayı uzaklaştırmıştı, o da yavaş yavaş kalktı. Üzerine sırmalı yeşil kadife kaftanını başına sarıklı kavuğunu geçirdi. Çadırın önüne çıkınca içindeki sıkıntı daha da arttı. “Şu yağmur birkaç gün daha yağmasa ne iyi olacak”, diye mırıldandı. Gece karanlığının gizlemesine karşın kara bulutların gökyüzünü tümüyle kapladığını bunun da dizlerindeki ağrıları arttırdığını biliyordu. Tuna’nın iki yakasındaki çadırlar eşit sayıya gelmişti. Curcuh Köprüsü üzerindeki işlem sürüyordu ve her şeyden daha önemli olan da buydu.






         Zifiri karanlık bir an için Bükreş yönünden parlayan bir ışıkla delindi. Yine aynı şey olmuştu. Bu kez Koca Sinan Paşa uzaklardan korkarak beklediği sesi duydu. Sanki patlamış davula tokmağı hafifçe indirmiştiler. Ses toktu, çok derinlerden yankılanarak geliyordu. Bir-iki adım attı ileriye doğru, köprüyü avuçlamak ister gibi kolunu uzattı ve nöbetçilere bağırdı:






         “Haydi, koşun söyleyin acele etsinler, daha çabuk olsunlar!...”











*                        *                        *











         Sabah günün ışımasıyla birlikte başladı yağmur. Tan ağarırken rüzgar da kesilmişti. Tek tük düşmeye başlayan damlaların iriliği Tuna çevresini iyi tanıyanları bile şaşırtıyordu. Yeniçerilerin bakışları nehrin suyuna düşen çakıl taşı büyüklüğündeki yağmur damlalarının çıkardığı su halkalarındaydı. O damlalar sıklaşmaya başlayınca herkes çadırlarına kaçtı. Yağmur yavaşlayıp dineceği yerde zaman geçtikçe daha da acımasız oluyordu. Çadırların aralarında gölcükler, Tuna’ya akan su olukları oluştu.






         Korktuğu başına gelmişti Koca Sinan Paşa’nın. Uzun süren sabah namazının ardından çadırın içinde oturmuş beze çarpan yağmur damlalarının çıkardığı korkunç gürültüyü dinliyordu. Dudakları kıpırdıyor, elleriyle sık sık ak sakalını sıvazlıyordu. Dışarıda olup biteni merak ediyordu ama sağanak yağmur altına çıkmak istemiyordu. Yoksa çekinmesinin nedeni dışarıdaki öfkeli gözlere görünmek miydi? Gece karanlığında duyduğu uzaktan patlak davula vurulur gibi sesleri yağmurla birlikte daha sık duymaya başlamıştı. Ses sanki daha da yakınlaşmakta mıydı?






         Bir anda aklına geliverdi. İki ay olmuştu ölümden döneli. Yok oluşun sınırına gelmişti ya!... Doksan yıllık yaşamında ilk değildi elbet. Ölüm tehlikesini atlattıktan sonra yaşamanın değerini daha iyi anlıyor, her seferinde daha çok mal edinmek hırsı basıyordu içini. Argeşo Irmağı’nı geçmişler, Bükreş yakınlarında Kalugeran’a varmışlardı. Bataklık bir arazide ordu zorlukla ilerliyordu. Voyvoda Mihal’in top seslerini ilk kez orada duymuştu Paşa. Herkes panik içinde korunaklı yer ararken batağa saplanıp kalıyor, atlar debelendikçe daha çok batıyorlardı. Pek çok yeniçeriyle birlikte ağabeyinin oğlu Ayaz Paşazade Mustafa, Sivas Beylerbeyi Haydar Paşa ve Niğbolu Sancakbeyi Hüseyin Bey batağa saplanıp boğuldular. Atı, Koca Sinan Paşa’yı nerelere götürüp attı bilinmez; kendini bir anda göğsüne kadar batağa saplanmış buldu. Gece bastırmıştı. Paşa salavat getirmeye başladığında Hasan denen o yeniçeri çekip çamurdan çıkarmış yaşamını kurtarmıştı. Batakçı Hasan’ın sırtında iken öğrendi Mihal’in 12 top bırakıp kaçtığını. Tam sevinip çamurlu giysilerinden kurtulmuştu ki yanı başında barut fıçıları ateş aldı. Patlamalar yüzünden gökyüzü güneş çıkmış gibi aydınlanmıştı. Her iki ordu da hücuma uğradığını sanmıştı. Kazara patlayan barut fıçılarından korkan Mihal gerilere çekilmiş, yeniçeriler Bükreş’e direnişle karşılaşmadan girmişlerdi ama bu kargaşada bir gelin gibi ordunun önünde taşınan al-yeşil sancağı Mihal’in askerleri çalıp götürmüşlerdi. Ordu iki aydır sancaksız dolaşmaktaydı.






         Ordunun çevresine yayılmış; yağmurdan kaçan, yiyecek beklerken kuytuluklara sığınmış köpekler hep birden havlamaya, develer acı acı böğürmeye başladılar. Hashüs merakla dışarıya yöneldi. Paşa’nın yüzüne –belki izin ister gibi- anlamsızca bakarak dışarıya çıkarken Curcuh Köprüsü’nün berisine suyu yukarılara fırlatan bir güllenin düştüğünü gördü. Uzaklardan gelen bir patlamanın ardından ıslık çalarak, ateş saçarak gelmiş suya gürültüyle düşmüştü. Yağmura karşın yeniçeriler çadırların arasında bağrışarak koşuşturmaya başlamışlardı.






         Koca Sinan Paşa olanları görmek için çıktığı çadırının önünde nöbetçilerine köprü başını tutmaları için buyruklar verdi. Tuna’nın iki yanında yaşanan karışıklığa karşın Curcuh Köprüsü’nün bir ayağı kılıçlarını çekmiş kapıkullarıyla dolmuştu. Edirne’den sefere katılan tüfekendezlerden bazıları uzun namlulu çakmaktaşlı tüfeklerini kapıp köprüye doğru siper almışlardı. Uzun köprünün üzeri adaya kadar o an boşalmıştı. Köprüden inenlere çadırlarından çıkan yeniçeriler de katılınca karşı tarafta bağırıp çağıran bir kalabalık oluştu. Hızını hiç dindirmeden yağan yağmur insanların kendisine aldırmadığını görünce onları acımasızca ıslatıyordu. Öfke köprüden geçenlere de sıçramıştı. Söylenen yeniçeriler Paşa’nın çadırının önüne doğru ilerleyerek toplanmaya başlamışlardı.






         Koca Sinan Paşa çadırının içine süzüldü. Yüreği hızlı atmaya başlamış, ağzının içi kurumuştu. Anlamsız hareketler yapıyor, korkusunu belli etmemeye çalışıyordu. Çadırın dışında hareketlilik olduğunu anladı, korkusu daha da arttı. Kapıdan girenleri gördü ama kim olduklarını anlayamadı. Tok bir ses yükseldi: “Paşa, bizi bağışla... destursuz girdik. Ordu bir an önce toparlanmak ister. Tuna orduyu bölmüştür. Bu barikat kaldırıla!...”






         Paşa içeridekilere bakmadan elinin tersiyle dışarıya çıkmalarını işaret ederek titrek bir sesle, “düşünürüz...” dedi, durmaksızın seccadesini yere serdi ve yüksek sesle niyet ederek öğle namazına başladı. Paşa’dan çıkan bu sesi herkes duymuştu. Buyruğa uydular ve saygıyla eğilerek çadırın dışına çıktılar.






         Yağmur öğleye doğru hızını kesmişti ama kara bulutlar Mihal’den buyruk almış gibi güneşin nerede olduğunu gizliyorlardı. Tüfekendezlerin desteğindeki kapıkulları kılıçları ellerinde köprünün ayağını tutmuşlardı. Onlardan çekindikleri için daha açıkta toplanmış bir grup yeniçeri,  karşı kıyıda çamurların içinde bağırmalarını sürdüren arkadaşlarına diğerleri gibi endişeyle bakıyorlardı.






         Tuna’nın suyu daha da fazlalaşmış, sakin sakin akan su hırçınlaşmıştı. Tuna, suyu sevenlere de sevmeyenlere de düşmanlığını arttırmıştı. Curcuh Köprüsü karşıda kalanlar için yaşama umudu haline gelmişti. “Mihal geliyor bırakın köprüyü geçelim”, “Bütün eşyamızı bırakalım geçelim”, “Paşa gelsin bütün paramız onun olsun, bırakın geçelim” sesleri Paşa’nın kulağına ulaşamıyordu. Ordu panik içinde ne olacağını beklemekteydi.






         Gök gürlemesi gibi bir patlamanın ardından ıslık çalarak gelen bir gülle Yerköy yakınlarında, Akıncı çadırlarının yanında patladı. Endişeli bakışlar Tuna’nın akıp gittiği yöne doğru çevirdi. Çok geçmemişti ki bir diğerinin ıslık çalarak geldiğini gördüler. Gülle hızla yaklaşarak, gündüz olmasına karşın bir yıldız gibi parlayarak gökyüzünden geliyor, yaklaştıkça alev topunun yalımları saçılıyordu. Adayı aştı, ordunun ilerisine suları saçarak nehre düştü. Umarsızlık öfkeyi bastırıyor, korkuyu arttırıyordu. Çalakılıç saldırılacak düşman yoktu ki!...






         Koca Sinan Paşa çadırının içinde her gün yaptığı kısa öğle uykusundan uyanmış, döşeğinin kıyısına oturmuştu. Hashüs hemen yanı başına çökmüş elini Paşa’nın ensesinden içeri sokmuş sırtını kaşıyordu. Anlamsız mırıldanmaları bu işin Paşa’nın hoşuna gittiğini, Hashüs’ün tırnaklamalarından zevk aldığını belli ediyordu. Sanki dışarıda olup bitenlerle hiç ilgileri yokmuş gibi ayrı bir dünyada yaşıyorlardı.






         Arnavutluk Debre’nin Topoyani’sinde beraber domuz çobanlığı yapmışlardı. İriyarı ve yaşça büyük olan Sinan, yanından hiç ayrılmayan ve onun yarısı kadar olan Hashüs’ü her işinde kullanıyordu. Hashüs sanki Sinan için vardı. Bu ikiliyi hiç kimse konuşmalarına, oyunlarına katmak istemezdi. Devşirme Emini’nin, Sinan’ı almasıyla arkadaşlıklarının bittiğini sandılar. Aradan geçen yıllarda Sinan uygun özelliklerinden ötürü çeşitli yerlerde sancak beyliklerine, birkaç kez sadrazamlığa dek yükselmişti. Saraydan ilk ayrıldığında Malatya Sancakbeyliği’ne giderken Hashüs’ü de yanına aldı. Paşa’nın işaret ettiği herkesi gözünü kırpmadan öldüren Hashüs ile son otuz yıldır yan yana süren ilişkileri ilginçti. Koca Sinan Paşa’nın eşi Yavuz Selim’in kızı Fülane Hanım bile bu ilişkiyi bitirememişti.






         Yine bir patlamanın ardından havada süzülen ateş topu döne döne geldi ve Curcuh Köprüsü’ne çarptı. Köprünün ortasından büyük bir bölüm yanarak dağıldı ve sulara gömüldü. Büyük bir panik yaşanmaya başlamıştı. Bazı yeniçeriler karşıya geçmek için Tuna’nın bulanık suyuna atladılar ama birkaç kulaçtan sonra gözden yitirildiler. Yeniçeriler Tuna’nın iki yakasında birbirlerine bağrışmaktan, amaçsızca sağa sola koşuşturmaktan başka bir şey yapamıyorlardı.






         Kara bulutlar akşamı tez getirdiler. Yağmur sabahtan akşama dek kah hızlanarak, kah yavaşlayarak hiç dinmeden yağıp durmaktaydı. Çam sakızı gibi yapışan çamurla boğuşmak, ıslanıyor olmak kimsenin umursadığı bir şey değildi; hele Yerköy tarafında kalanlar akşamla birlikte can derdinde, gözleri havada, yağabilecek ateş toplarını beklemekteydiler. Beklenenler de çok geç kalmıyordu. Uzaklardan patlıyor, ıslık çalarak ateş saçarak gelen gülle çadırların arasına düşüyor ve onlarca yeniçerinin bedenleri havaya saçılıyordu. O uzun gecede bu sahne çok yaşandı.






         Koca Sinan Paşa üzüntülüydü. Tahsildarların önünden geçmemiş, pençik akçesini ödememiş oldukça çok sayıda yeniçeri Tuna’nın karşı kıyısında kalmıştı. Romen Voyvoda Mihal’in top sesleri, yeniçerilerin bağrışmaları Paşa’nın kulağına geliyordu. Bu sesler ona gece ilerledikçe önemsiz gelmeye başlamıştı. Yıllardır yaşadıkları, edindiği deneyim yüreğindeki acıma duygusunu köreltmişti. Tüm bu yitirdiklerine karşın içindekileri bastırma duygusu fazlasıyla gelişmişti. Paşa duymak istemediğini duymaz, görmek istemediğini görmezdi. Yatağına girse kıvrılsa uyuyabilir miydi? Bilemiyordu. Sehpayı işaret etti. Kapı arkasında yatan ve gözleri sürekli sahibinde olan köpekler gibi duran Hashüs sehpayı kaptığı gibi Paşa’nın önüne koydu. Hashüs yağ kandillerinden birini de getirinceye kadar Paşa gözlerini yummuş, Hashüs’ün kulağının yanaşmasını bekliyordu.






         “Bugün 26 Ekim 1595, Çarşamba... Biliyor musun?






         Malkara güzel yer. Çiftliğin ambarları mal ile doldurulmuş, tarlalar sürülüp ekilmiştir. Şimdi köşkün balkonunda olsam da gözümün görebildiği yere kadar benim olan tarlalarıma baksam. Bu yıl Şubat’tan Temmuz’a dek kaldım doyamadım. İlkbaharın güzellikleri beni gençleştirmişti. En kısa zamanda Malkara’ya gitmem gerek. Sokulu’nun iki milyon altını kalmış, benim daha altı yüz bin’im oldu. Buradan da epey ulca götürürüm Malkara’ya. Yeni Saraydakilerin ruhu bile duymaz. Hoş duysa ne olur? Oradakiler kendi derdinde!... Kadınlar birbirlerini yemekle meşgul. Sultan lll. Mehmet’i hala anası Safiye Sultan yönetiyor. Babası Sultan Murat’ı da Nurbanu Valide Sultan yönetirdi. Nurbanu’yu kahya kadın Canfeda, onu da haremin kilercisi Yahudi Kira Kadın yönetiyordu. Yani koskoca Osmanlı İmparatorluğu bir Yahudi’nin elinde oyuncak!... Bu durumun sorumluları hep valide sultanlar... Benim için kötü bir durum değil aslında, yakınmıyorum...”






         Top sesleri kesilmişti ama çadıra dışardan özellikle Yerköy Palankası üzerinden korkunç çığlıklar gelmeye başlamıştı. Sehpayı ileriye doğru itti, Paşa. Yatağına uzandı. Testisine işedi, tıkacını iyice tıkadı ve tespih böceği gibi kıvrılarak uyudu.











*                        *                        *











         Gece, alacakaranlığıyla güne dönerken toprak kokuyordu. Güneş yükseldikçe toprağı kuruttu. Havayı saran toprak kokusunun yerini ter, barut ve kan kokusu aldı.






         Tuna yıkılan köprünün altından da geçiyor, kırmızı pullu bir yılan gibi kıvrılarak akıp gidiyordu.






         Romen Voyvodası Mihal sabaha kadar süren çatışmanın sonunda Yerköy Palankası’nı ele geçirmişti. On binlerce yeniçeri Yerköy’de yaşananları izlemekle yetinmiş, kılıcını çekip Yerköy’e koşanlar da geriye dönememişlerdi.






         Yerköy’de işini bitiren Mihal, askerlerine Tuna’yı gösterdi.






         O gün çok uzun bir gün oldu. Gece boyunca üzerlerine yağan top güllelerinden kaçan yeniçeriler, Mihal’in askerlerinden kaçamadı.






         Curcuh Köprüsü’nü geçemeyenler ya Tuna’nın sularında boğuldular, ya Romen askerlerinin kılıçlarıyla biçildiler, ya da kazığa oturtturulmak, işkence ile öldürülmek üzere tutsak düştüler.






         Osmanlı ordusunun tarih yazan komandoları Akıncılar, Curcuh Köprüsü’nün karşı kıyısında yok edildiler.






         O gün yüz bin kişilik koskoca bir ordunun yarısı, diğer yarısının gözlerinin önünde yok oldu.






         Mihal, kendi toplarının yanı sıra ele geçirdiği topları da karşı yakadaki Rusçuk üzerine çevirdi ve gülle yağdırdı. Sinan Paşa gülle menzili dışına çıkmak için Rusçuk’un güneyine çekildi.











*                        *                        *











         Sarıklı kallavi, takılı olduğu ak sakallı başla birlikte aşağı yukarı sallanacağına sağa sola sallanıyordu. Paşa’nın gözleri tahtın örtüsünden ayrılmıyordu. Arz Odası’nda, hele padişahın karşısında bir sadrazamın böyle suskun durması hiç de hoş değildi. Sultan lll. Mehmet’in yerine başka bir padişah olmuş olsaydı, Koca Sinan Paşa’nın kellesi çoktan düşmüş olurdu ya!... Paşa’daki garipliği görünce Sultan kaygılandı. Öyle ya, üç ay önce al atlastan kese içinde sadrazamlık mührünü verdiği Lala Mehmet Paşa ancak bir kez divana katılmış, on günde ölüp gitmemiş miydi? Koca Sinan Paşa da üç ayda yolcu muydu?






         Daha önceleri Yeni Saray’da Arz Odası’na çok girmişti Koca Sinan Paşa, alışkındı. Başka sadrazamlar gibi değildi, korkmazdı. Onlar ayaklarını Orta Kapı’nın eşiğinden dışarıya attı mı, geniş bir nefes alıp yeniden doğmuş gibi olur ve çevresindekilere sadaka dağıtırlardı. Oysa Koca Sinan Paşa’nın yanına dilenciler bile sokulamazlardı.






         Bu kez değişiklik Sultanın Arz Odası’na yaptırdığı kubbeli sedir şeklindeki taht idi. Değerli kumaşlar, inci ve zümrütlerle işlenmiş tahta örtü, yastık yapılmıştı. Üçüncü Avlu’da küçük bir salon olan Arz Odası’nın perdeleri bile aynı kumaştan yapılmıştı. Koca Sinan Paşa öğlende Arz Odası’na girince ilkin tahtın yanı başında, solunda tunçtan dökülmüş altın kaplama ocağı gördü. Sonra gözleri tahtın zümrütlerle, elmaslarla süslü direklerinden aşağıya indi. Yastıkları ve örtüyü görünce başı döndü, hiçbir şey duymaz oldu. Sarıklı kallavi sağa sola sallanmaya başladı. Bu aşırı süslü gösteriş Paşa’yı çok etkilemişti.






         Sultanın işaretiyle Zülüflü Ağalar ve Pars Kethüdası, Koca Sinan Paşa’nın koluna girip Arz Odası’ndan çıkardılar. Has Odanın yanından Dördüncü Avlu’ya geçtiler. Paşa eller üzerinde Başlala Kulesi’ne götürüldü. Hekimbaşı’nın gösterdiği bir sedire yatırıldı, kefen olacak bezi sarılı kallavisi başucuna kondu. Hekimbaşı tarafından muayenesi sonucunda “Paşa’yı ilkyaz nedeniyle hava değişimi çarpmıştır, bu öğlen de epeyce sıcaktı!...” denildi ve çiçek sularından hazırlanmış bir içecek yavaş yavaş içirildi.






         Paşa akşamüzeri gözlerini açtığında Hashüs’ün yüzünü gördü. Başını bir yastıkla yükselttiler.






         Hashüs, Paşasının fenalaştığını işitince hemen koşup gelmiş, Başlala Kulesinde onu bulmuş, başında beklemeye başlamıştı.






         Koca Sinan Paşa fısıltılarla duraklaya duraklaya konuşmaya başladı: “Ben bu yüreğimdekine nasıl takat getiririm Hashüs?”  dedi. Anasının memesini arayan domuz yavrusu gibiydi Hashüs, kafasını Paşa’nın omzuna, sakallarının arasına gömdü ve dinlemeye hazırlandı.






         “Bugün 3 Nisan 1956, Çarşamba... Biliyor musun?






         Hiç halim yok... Yaşlılıktandır deme, yaşlanmak yaşamanın bedeli!... Malkara’da kalsak daha iyi mi olurdu? Bilemiyorum... Gömüyü de orada çiftlikte bıraktım, hiç kullanamadım. Dörtyüzbin altını beşinci kez sadrazam olmak için Yahudi Kira Kadının oğlu İlyas Efendi’ye verdim. O da Safiye Sultan’a verince sadrazam oldum. Ulaşamadığım şeyler beni hep kendine çekti... Arz Odası’ndaki Sultan gibi hiç olamadım... O tahtı, örtüleri görünce yüreğim büyüdü, tıkadı beni... Niye ben, ben...”






         Hashüs, fısıltıların devamını beklerken Koca Sinan Paşa’nın derinden nefes verdiğini ve bir daha nefes almadığını duydu. Paşa’nın yanından sakince kalktı, Başlala Kulesinden çıktı, İlyas Efendi’yi aramak için Üçüncü Avlu’ya doğru yürüdü.
















                                                                                                                             Hüseyin Kenan GÖREN

No comments:

Post a Comment